Çocukken ben, henüz 10 yaşında olmamışken 10’lu yaşlar çok büyümüş gelirdi. 10’lu yaşlarımda 15’ten büyük olan yaşlar, 20’lerime geldiğimde 30’lu yaşlar büyümüş gelirdi. Derken derken bir baktım 30’uma gelmişim. Işte o yıllarda 40’lı yaşlar çok genç gelmeye başladılar. Şimdilerde 40’ın başındayım bütün yaşlar çok genç geliyor; 50’ler, 60’lar, 70’ler….
Ne kadar yaş alınırsa alınsın insanın içinin yaşlanmasının çok zor, bir o kadar da kolay olduğunu gördüm. Yaşı ilerlemiş olduğu halde dans edenleri gördüğümde mesela aman tanrım nasıl garip gelirlerdi. Ne işleri olurdu o yaştakilerin dansla, eğlenceyle, aşk meşkle falan. Her şeyi olduğu gibi bu yadırgamalarımı da yedirtiyor bu hayat bana. Aman durun be! Elf’in arkadaşlarının yanında ulu orta dans falan etmedim (henüz). Evde kendi aramızda hafif kıvranmaya başladığımda bile farkediyorum alttan gülümsemesini. Hâlbuki küçükken ne kadar hoşuna giderdi beraber dans etmemiz. Ha umurumda mı? Tabii ki, hayır. Bugüne kadar bir vukuat olmadı, şükür. Insanın elinde olmuyor valla, içimde havai fişekler patlıyor muş gibi hissediyorum zaman zaman. Ne bileyim şu sıra televizyon kanallarında vizyonda olan bir diziye baktık mesela bu akşam İlkay’la; ben gene koltuk tepelerinde, heyecanlı. Hayır, ne oluyor sana be kadın, yalnızca dizi işte, rol yapıyorlar. Bu kadar içselleştirmek nedir yani! Bu bile pek sık olmadığından, olduğunda kapıp koyveriyorum kendimi. Ulannn! İlkay reklam arasında müsaade isteyip evine geçmişti fazla mı kaptırmıştım acaba…
Bak şimdi konu nerelere geldi. Konuyu buralardan cenazeye nasıl bağlayacaksam!
Bağlayamadım! Direkt dalıyorum, okurken siz ikinci paragrafı aradan çıkarırsınız:
Biz yaz aylarını köyde geçiriyoruz. Köyde yaşadığımız evin hemen yakınında da mahalle cami var. Dolayısıyla okunan tüm selaları duyuyoruz! Sonra mahalleliden öğrendiğim üzere bu yazdıklarımı not almama, günü geldiğinde yazmama sebep olan selanın sahibi 75 yaşındaymış.( yaşındaydı.) Yaşını duyunca bir anda ‘’Genç miş, allah rahmet eylesin.’’ deyiverdim. Uykusunda ölmüş. Sabah bir uyanmışlar adam ölü. Sağlıklıy mış. Bir anda yani, ölmüş yani. Ne bileyim insan yiyebildiği, içebildiği, rahatça işeyip sıçabildiği, ağlayıp gülebildiği yaşlarda ölmemeli. Ölüm gerçekten kimseye yakıştırılmıyor, yakışmıyor. Toplum içinde ölüm yakıştırılınlar da ölmüyorlar zaten. Laf aramızda ‘’Kötüye bir şey olmaz.’’ lafına insanın zaman zaman inanası gelmiyor değil hani.
Olmuşla olacağa da bir şey yapılamıyor gerçi. Bak gene başladım. Geçen farkettim ki; çevremdeki birçok kişi gibi benimde hayatım birkaç kalıplaşmış cümle etrafında dönüp duruyor.
Vardır bir hâyır.
Nazar çıkmıştır.
Hayırlısı buy muş.
Nasipse!
Nasip değil miş.
Sonumuz hayr olsun.
Her şeyin başı sağlık,.
Sağlık olsun.
Tabii en özlü iki söz;
Siktir et.
Koyver rahvan gitsin.
Yalan bu dünya valla. Günleri sonsuz muş sanıp boşa, boş şeylerle harcayanlara inanamıyor oluşum gün geçtikçe büyüyor. Hele hele şu başkalarıyla, başkalarının onlar hakkında ne düşündükleriyle kafayı bozmuş olanlara hiç inanamıyorum. Insan kendini tüm çevresinin merkezine nasıl oturtabilir. Hadi o çevrendekilerin hepsi birer amsalak, peki sen bunu neden o kadar umursarsın? Başkalarının neden bu kadar umurlarında olasın? Asıl önemlisi; neden kendin kendinin bu kadar umurundasın? Ego nasıl bu kadar kocaman olabilir? Mutluy muş numarası yapılan süre uzadıkça insanlar gerçekten mutlu olabiliyorlar mı? Bak lafı gelmişken itiraf edeyim; ben her zaman hatta baya baya uzun süreler mutlu hissetmiyorum. An be an değişiyor mutluluk – mutsuzluk seviyem. Şükürsüzlük asla değil. Mutsuzluklarım için bile şükrediyorum, sağlık olsun. Başkaları hakkında yazmış olduklarımı kafanıza takmayın, benimde umurumda değil. De; şu instagramda fotoları, zaman zaman okuduğum yorumları her gördüğümde bunlar aklımdan geçiyorlar da niyeyse sizinle de paylaşayım dedim. Şimdi bu gıybet mi oldu? Aslında daha demek istediğim ne çok şey vardı onlar gibiler hakkında ama bizene. Bir de; gıybet olduysa gıybetin günahı benim, size bir şey olmaz korkmayın.
Ayyy ne çene ne çene bu saatte. Bakın son olarak ne diyeceğim; son günlerdeki tebessümlerimin sahibini açıklamak istiyorum: İncir Ağaçları. Nasıl güzel kokmaktır yahu. Bu öğlen arabayı yol kenarına çekip bir tanesinin altında oturdum biraz. Tavsiye ediyorum siz de yapın. Çok tanıdıklar, samimiler hiç yabancılık çekmiyorsunuz. Kokularını her duyuşumda bana çocukluk yıllarımı, İhsan Eniştem’in yaptığı incir reçellerini, kahvaltı serinliğini, çay kokusunu hatırlatıyorlar. Yeşil. Sarı. Bir sevilene randevu verilecek çok güzel bir yer mesela. Viloların bahçesinde var mıydı acaba, hatırlayamadım. Belki babamı İncir olmasa bile İğde Ağacı’nın altına çaya götürür. Ikinizi de çok özledim. Hasretle öperim.
Melekler korusun.
özgür tamşen yücedal