Henüz hiçbir şeyden emin değilim; öldüğümden, yaşadığımdan, yaşamış olduğumdan… (sayfa 8 )
Kitap henüz bitti, on beş dakika kadar önce. Yüz otuz altıncı sayfaya geldiğimde kulağıma çalınan insan sesleri olmasa yazarın anlattığı rüyanın içinde kendimi kaybedecektim. Öyle tuhaf bir şey ki, ezberlemek, gözlerinizi kapatıp içinizden tekrar etmek istiyorsunuz; okuduğunuz satırların rüyasını görebilmek için. Rüyanızda, sayfaların içinde dans eden rengârenk kelebekleri görebilmek için. Ninelerinizin dizlerinin dibine, yamacına oturtup size anlatmasını hayal edeceğiniz güzellikte bir masal anlattıyor Hüsnü Arkan.
Yüz elli birinci sayfada: ‘’ … Senin durumundaki birinin göreceği düş, sıradan bir düş değildir. Tıpkı yaşam gibi, insanın başına bir kez gelir ve insan o düşte kendi ölümünü görür. Bunun da tecrübe ile sabit olduğuna inanabilirsin. ‘’ diye yazan kalemi:
– Rüyamın mı, hayatımın mı içindeyim acaba? diye sorduruyor.
Yüz kırk ikinci sayfada: ‘’ Gördüğüm düşten sonra büyük bir yük kalktı sanki sırtımdan. / Yaşamın ağır yükü.’’ diye yazan kalemi:
– Yaşamın ağır yükü varken omuzlarımızda nasıl hissedebiliriz varolmanın dayanılmaz hafifliğinin? diye sorduruyor.
Aynı ‘’ UYKU ’’ yu okurken olduğu gibi garip, efsunlu bir okuma süreci yaşatıyor. Okunulduğu yerlerde satırların izi, kelebeklerin kanat çırpışları kalıyordur muhakkak. Bir kanat çırpışlık olan şu hayatlarımıza bunca şeyi sığdırabiliyor oluşumuzun üstelik bunların tümünü öleceğimizi unutarak yapabiliyor oluşumuzun şaşkınlığıda!
Karşınızda ‘’ Ölü Kelebeklerin Dansı ‘’
‘’ İnsan ölünce sesi ateşe, soluğu rüzgâra, aklı aya, özü etere, saçı otlara karışır. Peki, insanın kendisi nerede? Elini ver dostum, bu sırrı ancak sana açıklayabilirim. ‘’ Upanişadlar
‘’… Ama hiçbir şey değişmemiş gibi… Savaş, yıkım, açlık, cehennemin ta kendisi! Bütün bunları Tanrı istiyor olabilir mi sence? Peki, o zaman kim istiyor, diyorum kendi kendime. ‘’
Bunları söylerken, Sematyen yatak odasından bağırdı bize.
‘’ Saçmalamayın da uyuyun! ‘’ dedi. ‘’ Tanrı’nın karışmadığı bir tek savaş gösterebilir misiniz siz bana? ‘’ ( sayfa 60 )
… ‘’ iyiliği gerçekten gördüm ben, düş filan değildi! ‘’
İyilik, tepeden kanlar içinde yuvarlanıyormuş. Kayalara, ağaçlara çarparak, devedikeni cesetlerinin arasında sürüklenerek parçalanıyormuş. Bu iyilik dediğimiz şey, pudra şekeriyle pamuk karışımı bir maddeymiş. Sentetik bir tadı varmış ve hiç kuşku duymamalıymışım ki, taştan daha hafifmiş. Dokunduğunuzda ki öyle yuvarlanıp parçalanırken bile dokunabiliyormuşsunuz ona, memnuniyetle iç çekiyor, sevgili küçük ağzını okyanuslardaki dip çukurları kadar kocaman açık huzur içinde esniyormuş.
Bir başka seferinde, içtenliği de görmüş o tepeden yuvarlanırken. … Yanından hızla geçmiş içtenlik. Her yeri kan içindeymiş.( sayfa 99 )
Biri çıkıp hayatımın son günlerinin bir tahterevallinin üstünde geçeceğini, bir gün yere çakılıp kıçımın kırılacağını, ertesi gün göklere yükselip yüreğimin hop edeceğini söylese, ona inanmazdım. Ama bütün bunlar başıma geldi benim; yere çakıldım, göğe uçtum… ( sayfa 101 )
Bulut Adam’ın başının yarım karış üstünde duran buluta dokunup oynadı bir süre.
‘’ Nedir bu? ‘’ diye sordu.
‘’ Oyuncak! ‘’ diye yanıtladı Bulut Adam.
‘’ Yani nasıl bir şey? ‘’
‘’ Küçüklüğümden beri taşıyorum onu. Bir ara modaymış. Annem almış. Çok basit bir şey aslında. Deri altına yerleştirilen küçük manyetik alıcıya bağlı, sıkışık atomlu bir gaz metal kümesi… ‘’
Papaz anlamış gibiydi! Arinna’nın Çingene sevgilisi araya girdi.
‘’ Yalan söylüyor, ‘’ dedi, ‘’ aslında annesi falan almamış o bulutu, o kadar karamsar ki, sonunda kafasının üstünde siyah bir bulut çıkmış işte! ‘’ ( sayfa 150 )
Ölü Kelebeklerin Dansı, ölümünün on altıncı gününde anılarını yazmaya karar veren bir anti kahramanın serüvenini anlatırken okuru bir düş dünyasının derin sularında gezdiriyor, ölümü ve yaşamı sorgulatıyor. (ARKA KAPAK )
özgür tamşen yücedal